TABELA ADAMI
Bizler ne kadar aceleci bir milletin fertleriyiz değil mi? Sevinçlerimizi, hüzünlerimizi başkalarına aktarırken olabildiğince çabuk davranıyoruz. Büyük bir ihtimam içinde aktarıyoruz başımızdaki serencamı. Bazen kendimiz bile şaşıp kalıyoruz bu hıza.
Birilerini göklere çıkarırken, ya da yerin dibine sokarken birilerini, hiç mi hiç zamana zaman tanımayı düşünmüyoruz. Her şeyin bizim o anda gördüğümüz gibi olamayacağı şüphesini içimizde bir kurt gibi taşıyamıyoruz. Oysa az bir zaman geçince, gerçekler yüzümüze doğru tüm hışmıyla hareket etmeye başlayınca ak koyunu kara koyundan ayırt etme fırsatı yakalayabiliyoruz.
Sevgimizi de nefretimizi de dizginleyemeyen insanlardanız çoğumuz. Sevdim mi adam gibi severim! Sloganıyla kendi kişilik payemizi göklere çıkartma hususunda rakip tanımıyoruz. Adamlık gömleğini sırtımıza öyle bir geçiriyoruz ki asıl işin o gömleği bedenimize yapıştırdıktan sonra başlayacağı gerçeğinden uzak tutuyoruz nefsimizi. Sevdin mi adam gibi sevmek… Olması gereken şeyin ta kendisi. İyi de adamlık nasıl bir şey dediğinizi duyar gibi oluyorum. Aslına bakarsanız adamlık hususunda çok göreceli bilgiler dolaşıyor dillerde. Belli ki o konuda henüz ilmi bir sonuç açıklanmış görünmüyor.
Bugün yağmur yağabilir de yağmayabilir de ihtimaliyle, sen adam olabilirsin de olamayabilirsin de ihtimali arasında, nokta ile virgül arasındaki fark kadar bir farklılık görünmüyor. İnanmıyorsanız, en yakınınızda bulunan birisinin adamlığına laf atın da başınıza nelerin gelebileceğini bir görün bakalım. Onun için, siz en iyisi henüz ilmi literatürlerde karşılık bulmamış “adam olma” veya “adamlık taslama” bahsinde kimseye sorgu sual etmeyin. Çünkü göreceli cevaplar, başınıza ummadığınız dertleri taşkın akan seller gibi akıtabilir. Boz bulanık sular içinde gerçekleri ayırt etmekte zorlanabilirsiniz sonra. Sonuçta kendi gerçekliğinizden bile şüpheye düşebilirsiniz.
Bizler duygusal bir toplumun çok duygusal tepkiler veren bireyleriyiz. Akıl, yaptığımız işlerde her zaman duygularımızdan sonra yetişir imdadımıza. İş işten geçtikten sonra yol yordam gösterir çoğu zaman. Testi kırıldıktan sonra aklımız başımıza gelir genellikle. Nasreddin Hoca fıkraları, yaşantımızın sıcak evlerinin buğulu pencerelerinde perdelere tutunan kelebekler gibi oluverir.
Yaptığımız işlerin sonucu güzelse, genellikle hepimiz işimizin arkasında durmayı bir erdemlilik addederiz. Etiketimizi basacağımızı, mührümüzü kazıyacağımızı haykırırız yüksek perdeden. Hele bir de etrafımızda bizi alkış seslerine boğan şakşakçılarımız mevcutsa daha bir manalı vurgulanır sözcüklerimiz.
Yaptığımız işlerde icazet almak da bizim en çok yaptığımız işlerdendir. Hür irademizle, kanun nizam çerçevesinde kararlar alırken bile birilerinin gözbebeklerinin içinden UYGUNDUR görüşünü isteriz.
Yiğitlik, dik duruşluluk, omurgalılık övünç payelerimiz olur. Severiz bizim ruhumuza uygun nağmeler fısıldayan dudakları. İçinde adımızın geçtiği türkülerin ezgisinde bir başka şenlenir gönlümüz. Gönlümüzü şen edenlerin gönüllerini şen etmek için öncelikler sıralama yarışına gireriz. Basın bizden bahsetsin, yazarlar bizi yazsın. Kitaplar bizim olsun, mürekkepler bizden aksın deriz. Bu duygularla kendimizi reklam etme yarışının içinde yerimizi alırız. Medyatik olabilmektir asıl gayemiz. Manşetlere, sürmanşetler konu olabilmektir düşüncemiz. Bu duygularımızın gerçekleşmesi için bakınır dururuz etrafımıza. Birileri bir iş başarsa da biz ona kol kanat gersek, diye fırsatları kovalar dururuz. Kısa yoldan, çok ucuza kendi reklamımızı yaptırmanın en kestirme yoludur bu.
Derken birileri bir icat gerçekleştirir ya da ses getirecek bir başarıya imza atar. İşte o an beklediğimiz andır artık. Yapmamız gereken tek şey, o zamana kadar bir şeyleri kucaklamayı unutmuş kollarımızla, başarı sahibini sarıp sarmalamaktır. Vakit geçirmez, işe koyuluruz. Şehrin en güzel yerlerine o kişinin ismini yazarız. Yeni kuruluşların, yeni tesislerin tabelasını o başarıyı gerçekleştirmiş insanın adıyla süsleriz. Süsleriz ki onun adının yanında bizim de adımıza yer ayrılmış olsun. O başarı sahibini göklere çıkarırız. Dününü, yarınını hesap etmeden kısa yoldan şöhret oluveririz. Gün gelir, hesaplar uyuşmamaya başlar. Daha dün adını tabelalara yazdırdığımız insanlarla düşünce frekansımızda sorunlar yaşamaya başlarız.
Olamaz, olmamalı diye düşünürüz. Böylesi bir düşünce kaymasını bize sormadan yapamaz kanaatini yaygınlaştırırız. Daha dün onun başarısını fırsat bilip reklamımızı yaptırdığımızı, acizliğimizi, pasifliğimizi öylesi bir şahsın başarısıyla örtbas ettiğimizi görmezden geliriz. İndiririz tabelaları. Tabelalardan o kişinin ismini kazıtırız. Oh olsun sana, deriz. Yaptığımız bu fiiliyatla da emelimize bir kez daha ulaşmış oluruz.
Öyle ya, adı pirim yapan birinin ismini tabelalara yazdırdığımız için gazeteler, televizyonlar hep bizden bahsetmiştir dün. Bugün öyle birisinin adını tabelalardan sildirirken de aynı basın ve yayın organları yine bizden bahsetmektedir. Ne demişler, reklamın iyisi kötüsü olmaz. Tamam, reklamın iyisi kötüsü olmasın, buna sözümüz yok; ama bu işi yapan kişi veya kişilerin iyisi kötüsü olur mu olmaz mı? Böylesi bir uygulamadan medet umarak pirim toplamayı düşünenlerin adamlığı tartışılır mı tartışılmaz mı?
Birilerinin gözbebeklerinin içindeki tebessüme göre gözlerini gözlerinizde gezdiren insanların samimiyetsizlikleri bir gün sizi de vuracaktır. Samimiyetin menfaatlerle ilişkilendirildiği topraklarda vefa boy atıp serpilmez, serpilemez. Düne vefasızlık gösteren birinden yarına vefalı davranmasını beklemek ise safdillik olur. Onun için henüz yol yakınken, köprü çayın öte yanında kalmamışken aklımızı başımıza alalım.
Muhabbetle kalınız…