Arkamda oturmuş, ye babam ye; umarsızca keyiflerine bakıyorlardı.!
İkinci başlığıma taşıdığım olayıma döneceğim. Hele biraz ilişkilendirdiğim olaya değinivereyim. Hem, bir süre sektirir gibi azıcık top çevireyim ki söze bodoslama girivermeyeyim.
Geçen yaz memleketteydik. Bayağı bir süre de kalıvermiştik. Artık kendi bildiğimiz gibi hareket etmek dönemlerimiz geride kaldı; bizim dışımızda kalan bir dünyaya ilişkin sorumluluklarımızı da yerine getirmek zorundayız.
Kaldığımız konutumuz da o ilçemiz dışında. Aramız epey bir var. O konut mıntıkamızdan ilçe merkezine çıkıp gelince de, hep olduğu gibi araç park yeri sorunu karşınıza çıkıyor. Ben de, o sorunu, görece merkeze en yakın olan yeri yeğleyerek çözmeye bakıyorum. İlçe merkezi, dar cadde ve sokaklar nedeniyle park etmeye uygun değil. Zaten bir dizi park edilmişler hep oluyor. Ben de, kıyı bucak bir yeri belledim. Hep oraya gelip duruyor, aracımı park ediyorum. Aracımı başka araçların da olduğu oraya park edip az yokuş yürüyüp çarşıya çıkıyorum.
İşte öylesi hareket ederken, bir apartman kapısı önünde(artık her bir yer apartman) kümelenmiş kadınlar kendi aralarında konuşuyorlardı. Ayşe’yi, Fatma’yı, Hasan’ı, Hüseyin’i de konuşmuyorlardı; Belediye yönetimini eleştiriyorlardı. İçlerinden biri, “Artık çöplerimizi de gelip almıyorlar.” diyordu. Diğerleri de benzer biçimde yakınmalarını sürdürüp o ilk yakınan kadına arka çıkar haller sergiliyorlardı. Ben de, yanlarından geçip gitmekteydim. Onların bulunduğu kapı dibi yürüdüğüm yoldan yüksekçe. Önüm sıra da yokuş var. Uzaklaşıp gitmeden geriye döndüm, onlara baktım. Merakımı yenemeyerek bir daha döndüm baktım. Diyeceğim söz dilimin ucuna kadar gelmişti. Desem mi, demesem mi, diye ikirciklenmiştim. Yine de dönüp bir çift söz etmeden yoluma gittim.
Dönüp söylensem, şunu diyecektim; “Sizin her birinizin yanında cep telefonunuz da vardır. Açın telefonu Belediye’ye… Derdinizi söyleyin.(*)”
Bu olayı yeniden anışım, o ara, soruna çözüm getirilmesini istemem kadar, geriye dönüp dönüp bakarak, dilimin ucuna kadar gelen sözlerimi etmekten caymış olmamı belirtebilmek içindi.
Şimdi de, asıl söz edeceğim konuma geleyim.
Çünkü bayağı bir, bozum olduğum o halime değinivereceğim.
Bahriye Üçok Halk Evi’mizdeyiz. Kalabalık bir grubumuz var. Güncel bulduğumuz konular üzerinde de eskisiyle, yenisiyle, ileri geri tartışıyoruz. Her birimiz, yerine göre söz sırası alıp görüş ve düşüncelerini açıklamaya çalıyor. Her bir yeni düşünce açılımı da, bir başka benzer karşılığıyla ilişkilendiriliyor. Aynı düşücede olacak da değiliz. Katılanlarımız var, karşı çıkanlarımız da.
O ara, arkamda, ayakta olan geçkin bir bayan, yanımdaki boş tuttuğumuz sandalyeyi isteyecek oldu. “Gelecek var.” gibi bir söz etmiş olmalıyız ki, dönüp gitti, az öteden bir sandalye buldular. Meğerse iki kişilermiş. Sonra biz o sandalyemizi de verecek olduksa da, gerek kalmadığını belirtmişlerdi. Ötemizden birini daha bulup getirmişler.
Biz söyleşimizi yine sürdürüyoruz. Bazı ciddî ciddî söyleşi konularıyla hareket etsek de, birbirimizin sözlerini bitirmeden karşıt söz etmeyi bırakıvermiyoruz.
Arkamdaki o bayan, eşi olsa gerek, bir bayla karşılıklı masalarına yerleşmekteydiler. Derken biz söyleşimize döndük. Atışıver bakalım, söyleşiver bakalım.
İyi de, benim gözüm ikide bir arkama kayıyor. Arkama dönüp baktıkça da bozum oluyorum. Nedeni belli! O iki kişi kara kara gözlüklerini takmışlar, masalarına da yiyecek getirmişler; ye babam ye, istekle yutuyorlar. Yesinler, içsinler, ne diyebiliriz; ağız onların, kese onların. Bozum olduğum yan ise elbet var. O da şu; geçkin, saçları simsiyah boyalı, o koyu renk güneş gözlüklü, bayan oturduğu sandalyenin dışında, bir ikinci sandalyeyi de önüne çekmiş, bacaklarını uzatarak oturmuyor mu? Siz, gelin de, bozum olmayın! Bacaklarının üzerini de beline kadar yünlü bir şalla örtmüş. Gel keyfim gel! Ye babam ye, götür babam götür. Erkek oldum olası ak saçlı. O görünümleriyle umarsızca yiyip içmekteydiler. Ben bozum oldum ya, o ateşli konuşma söyleşimizden arada bir başımı arkama çevirmeden edemiyorum.
Şöyle, “Beyefendi, kusurumuza bakmayın! Rahatsızım. Böyle oturursam ancak rahat edebiliyorum.” diye bir söz etseler ne kadar da iyi giderdi. Hayır efendim, öyle bir açıklama da yok. Ben olsaydım, öylesi, ikide bir dönüp bakan birilerine, incelikle bir açıklama herhalde yapardım. Orada bir kamu yararı söz konusu; özel bir yer değil ki!
İkinci bir bozulma boyutum ise şu, tüm o rahatsılığın başat nedeni, yine dizginlenemez biçimde yeme içmeye kendilerini vermeleri. Buna olan inancım için de, kalıbımı basarım.
Gelsin yiyecek, gitsin içecek; sonuç da ortada.
Kişi en azından, bir gazete, bir kitap okur. O da yok.
Derken o kişiler, orada bir boyama işi çıkınca daha ötemize taşındılar. Ben de artık baknmaktan vazgeçtim.
Kalkmış giderlerken onları yine görmüştüm. Dip ötemden, karşımdan geçmişlerdi. O bayan ise, eşinin arkasından, paşa paşa pekâlâ yürüyebiliyordu.
Umarım beni doğru anlamışsınızdır.
Herkese iyi haftalar…
_______
(*) Nitekim anlattığım konuyu da içeren, aslında övgüden çok eleçtirel takıldığım o olayı kapsayan bir yazımı ilgili kendisiyle bayağı bir dostluk kurduğumuz Belediye Yazı İşleri Müdürü’ne e posta geçivermiştim. Müdür kardeşim benden izin isteyip Başkanına yazı göstermek istemişti. Yazıyı okuyan Başkan’ın tek söz ettiği konu, işte o kadınların kendi aralarında Belediye’yi eleştirmeleri olmuş; “Bir telefon etselermiş keşke.” demiş.
NOT:Bir kere Belediye’miz böyle bir yer açmakla çok iyi ettiler. Oradan yararlanan hemen herkes de aynı hoşnutluğu dillendiriyor. Orası kesin.