GEÇMİŞ VE GELECEĞİN ZİNDANLARINDA ÇÜRÜMEK
Geçenlerde, çok uzaklarda yaşayan bir dostumla, internet ortamında sohbet ediyordum. Genç yaşında, farklı düşünmeyi, farkındalıkla yaşamayı seçmiş ve inandıklarını hayatına aktararak nefes alıp veren zeki bir insan dostum. Bir ara, günümüzde insanlığın trajedilerine geldi konu.
Şu çarpıcı cümleleri yazdı; “ Her an yeni bir başlangıç, ama; geçmişteki yaralarla geleceğini de katlediyor insanlar. “
Sohbetimiz bittiğinde, beynimdeki fırtınalar devam ediyordu hala. Yaşam boyu kırdığımız potlar, pek çok bedel ödememize neden olan hatalardan kaynaklanan hatıralar; bilinçaltımızın karanlık deposunda pusuya yatıyor ve bugünlerimizi hatta yarınlarımızı ipotek altına alarak, dinmeyen acılar ve hesaplaşmalara kaynak oluyordu.
Anıların tuzağı, geleceği geçmişin çengellerine takılıp kalmış kişileri nasıl da içine çeker gerçekten. O karanlık ve hain mağarada, geçmişin pasifliğine sığınır, belleğin kıvrımlarında güzellikleri, acıları arar bulur, onları büyütüp, devasa gölgelerinde bedbaht ederiz kendimizi durup dururken.
İşte bu anlar, bizim yitik değerlerimizdir, heba ettiğimiz soluksuz çırpınışlarımızdır. Anılara sığınmanın insan yaşamında olumlu gelişmeler yarattığını kim iddia edebilir. Anıların müziğinde, kaldırdığımız kadehler bizi o karanlık anılar mağarasının, daha şirin ifadeyle mağazasının kapısına getirir, bırakır. Neden sonra, kendimize geldiğimizde tüm şaşkınlığımızla, uğultu ile akıp giden, taptaze, dinamizm dolu bir yaşam girdabının içinde buluveririz kendimizi,
Evimizin kuytularında, bir dolabın içinde unutulmuş bir gaz lambasıdır anılar. Ulaştığımızda seviniriz, tozunu alırız hemen. Fitilini düzeltir, gazla doldururuz küçücük haznesini. Elimizdeki kibritle yakar, karşımıza alır dalıp gideriz, yaydığı solgun ışığında.
Çok geçmeden fark ederiz ki; hava karardığında odamızı aydınlatmaya yetmeyecektir bu gizemli ışık. Yetersizliğini anlar, elektrik düğmesine koşarız kendimizi ışığa boğmak için. Soluk verir, hayat verir ortalığa yayılan aydınlık, ve ferahlarız sonunda. Geride bıraktıklarımızın, bugüne yararı olmadığını, bilinçaltı depomuzda bekleyen habis anı kırıntılarının elimizi kolumuzu bağlayıp, edilgen insanlara dönüştürdüğünü kavrar zihnimiz. Tabii; yeni bir anı tuzağına düşene dek sürer bu durum.
Geleceğe bağlanmanın da bize verdiği bir değer yoktur. İkinci nefes alışımız olmayabilir. Yaşanagelen şu anda ne hissediyorsak, ne görüyorsak, yanımızda kim varsa hayatımız bunlardan oluşur.
Geçmişi yaşamak gibi, geleceği tasarlamak da beyhudedir. Asıl olan; bugün içimizde yaşattığımız, hayat karşısındaki iddialarımızı, kırgınlıklarımızı ve üzüntülerimizi uzaklaştırmaktır. Kişisel menkıbelerimizi yaratmak, barışa, huzura ve mutluluğa giden yolda en büyük fenerimizdir bu yok sayışlar.
İnsan değişmeden, dünyanın değişemeyeceğini, bunca savaşlar, katliamlar, sahte davranışlar, sahte mutluluklar ne yazık ki; öğretemedi bizlere.
Ne yazık ki; iyiyi ve güzeli bulmak adına, ideolojilerin ve buyurganların peşine takılan Homo Sapiens’in, dört ayak üzerinden doğrularak yürümeye başlamasının üzerinden binlerce yıl geçti.
Bilirmisiniz ki, ön insan olarak adlandırılan Homo Habilis’in kafatası hacmi 680 santimetreküp idi. Yürümeye başlayan Homo Erectus da bu hacim 900’e çıktı. Türdeşlerimiz olan Homo Sapiens’te, canlılar tarihinde kaydedilen en hızlı evrimle, beynin genişleme süreci daha da artırarak 1400 santimetreküpe çıktı.
Bu 720 santimetreküplük artış, beyindeki bu genişleme insan mutluluğuna ne kazandırdı dersiniz?