Merhaba değerli okuyucularımız. Her hafta bir yazarla röportaj köşemizde bu hafta “İzm’ler Ne Kadar Bizim?” ve “Modern Zaman Sendromları” kitaplarıyla tanıdığımız “Ayşe Aydoğdu” var.
Merhabalar Ayşe Hanım, öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Bize kendiniz ve ilgi alanlarınız hakkında bilgi verir misiniz?
Merhaba Hakan Bey. Nazik teklifiniz için ben teşekkür ediyorum. Hikâyem 1985 yılında başlıyor. Lisans eğitimimi dikey ve yatay geçişler yaparak her sene farklı bir şehirde aldım. Son tahlilde mezuniyetim Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden oldu. Psikoloji, sosyoloji, medya ve iletişim gibi sosyal bilimler alanlarında okumalar yapmaya devam ediyorum.
20 yıldır gençlik STK’ları başta olmak üzere çeşitli kurum ve kişilerle eğitim, kültür, sanat ve sosyal sorumluluk alanlarında çalışmalar yürütüyorum. İstanbul/Üsküdar’da gençlere bu alanlarda hizmet veren “Genç Mekan”ın kurucusuyum.
Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde yazar ve proje koordinatörlüğü pozisyonlarında bulunmakla birlikte hâlihazırda resmi görevim olan öğretmenliğe devam ediyorum. Yine 20 yıla yaklaşan dergicilik ve yayıncılık tecrübemle yazı hayatımı sürdürüyorum. “İzm’ler Ne Kadar Bizim” ve “Modern Zaman Sendromları” adı ile yayınlanmış iki kitabım var. Gerek bu konularda gerek farklı temalarda konferans, söyleşi, atölye tarzı buluşmalarda gençlerle bir araya geliyorum.
Okumak, yazmak, seyahat etmek, fotoğraf ve video çekmek/kurgulamak, araç kullanmak, ormanda yalnız yürümek, bilmediğim sokaklarda kaybolmak, keşfetmek, öğrenmek, tecrübe etmek, tasarlamak, akışa teslim olmak. Her birinin ayrı ayrı üretim ve ifade biçimi olduğuna inanıyorum. Bu üst başlıkları kendime has bir üslupla yaşamayı seviyorum. Bu bağlamda rafine zevkleri olan bir insanım diyebilirim. 🙂
“Modern Zaman Sendromları” kitabınızdan bahsedecek olursak eserinizde okuyucularımızı neler bekliyor?
Sendromlar, birbiriyle ilişkisiz gibi görünen ancak bir araya geldiklerinde tek bir olgu olarak kendilerini ifade eden bulgulardır. Modern hayat ise, sanayi devrimi ile başlayarak günümüze kadar uzanan bireysel, toplumsal, ekonomik, siyasi, kültürel değişim ve dönüşümü ifade ediyor. Modern Zaman Sendromları’nı tek cümleyle; modern hayat tarzının biz insanlar üzerinde bıraktığı izlerdir, şeklinde özetleyebiliriz.
Dünya var edildiği andan bugüne her dönemin kendine has bir yaşam stili var. Yaşam stilini en nihayetinde insanlar oluşturuyor fakat aynı yaşam stili zamanla insanları kendi kontrolü altına alıyor. Bu anlamda yaşam tarzı ve insanlar arasında birbirini besleyen büyüten değiştirip dönüştüren bir döngü var. Mevcut yaşam tarzı nasılsa o çağın insanlarında bıraktığı etki de o yönde oluyor. Sanayi devrimi öncesi yani geleneksel hayat tarzının sürdürüldüğü dönemlerde insanların zaman algısı, çalışma şartları, sosyal ilişkileri, geçim kaynakları kısacası gündelik hayat rutinleri günümüz rutinlerinden çok farklıydı. Dolayısıyla ruh halleri, akıl yürütme teknikleri, gönül kıvamları, bedenlerinin sağlık durumları, refleksleri, endişeleri, heyecanları, kompleksleri bugünle kıyaslanamayacak kadar başkaydı.
Bugün ise günlük yaşam dinamiklerimizi fabrikanın bir köşesinde duran makinalardan çok daha fazlası oluşturuyor. Dijitalleşen dünya, şehir hayatının kaosu, iletişim araçlarının kuşatması, çalışma stillerinin çeşitliliği, yeni nesil medyanın cazibesi, sosyal ortamların dayatmaları, 7/24 kültürü ve daha pek çok değişken modern hayat tarzının dinamiklerini oluşturuyor. Bunların birine, birkaçına ya da bütününe bağlı olarak yaşadığımız sendromlarımız var artık.
Hayatın hızına yetişmeye çalışırken Çok Yoğunum Sendromu, o yoğunluklara dinlenmeler fayda etmediğinde Kronik Yorgunluk Sendromu, aynı anda birden fazla işe koşayım derken Dağınık Beyin Sendromu, her üç dakikada bir bildirim geldi zannıyla telefon ekranına bakarken Hayalet Titreşim, hazzı merkeze alan bir ömür geçirirken Kaliforniya Sendromu, yaptığımız işin anlamını ve amacını kaybettiğimizde Tükenmişlik Sendromu, bir günden diğerine geçişte uyum sorunu yaşarken Pazartesi Sendromu, lazerin peşinde koşan kedi gibi odağımızı başka ellere emanet ederken Parlayan Nesneler Sendromu, proje çocuklar yetiştirirken Süper Ebeveynlik Sendromu, celladımıza aşık olurken Stockholm Sendromu, bilip bilmeden atladığımız, haddi aştığımız her şey için Cahil Cesareti Sendromu, halüsinasyonlar görecek kadar cezbeye getiren Kudüs Sendromu ve daha pek çoğu..
Bu sendromların tarifi, tarihi, gündelik hayatımıza yansımaları, aklımızda ruhumuzda bedenimizde bıraktığı izler, ne tür önlemler alabiliriz, nasıl kurtulabiliriz gibi soruların cevaplarını bulacakları bir kitap; Modern Zaman Sendromları.
Peki, okuyucularımız bu sendromlara karşı nasıl önlem alabilir?
Bu sorunun cevabı oldukça uzun. Yani her bir sendrom için ayrı ayrı konuşmak gerekir. Hepsi kendi içinde spesifik şartlara, önlemlere, çözümlere sahip. Hatta ihtiyaca göre profesyonel ve uzun vadeli uzman desteği gereken durumlar olabilir. Fakat ortak noktalarının “modern hayat şartları” olduğunu göz önünde bulundurursak bu şartlarda yaşayan modern insanlar olarak yaşam tarzımızı gözden geçirebiliriz. Evet, büyük resimde bizzat bizim seçmediğimiz, maruz kaldığımız çok fazla değişken var. Fakat etki alanımızda kişisel tercihlerimizle kendi dünyamızı oluşturmak hala elimizde.
Bu anlamda, maruz kaldıklarımıza mahkum değiliz! Mahkum olmamak için -artırılabilir fakat- yer kısıtından dolayı burada şu altı ana başlığa dikkat çekelim.
1- Bilinçli farkındalık sahibi olmak. Yani her an diri durmak. Teyakkuz hali de diyebiliriz. Obsesifliğe varan bir uyanıklıktan bahsetmiyoruz tabii. Yaşadıklarımızın, duygularımızın, tepkilerimizin, içinde bulunduğumuz anın, içimize aldıklarımızın hasılı kelam tüm varlığımızın farkındalığı ile nefes alıp vermek. Nefes alıp vermenin de farkındalığı. Farkında olmakla farkındalık sahibi olmak arasındaki farkın da farkında olmak..
2- Yavaşlayarak hayatı sağ şeritte yaşamak. Yaşantı oburluğu yerine sindirilmiş bir ömür sürme gayretinde olmak. Hazzın ve hızın hüküm sürdüğü bu devirde sadece hazzederek değil hazmederek zamanı adımlamak.
3- Temaşa etmek; kendimizi, bitkileri, hayvanları, insanları, hadiseleri, tabiatı, gidişatı, akışı; hasılı tüm varlığı. Temaşa için en aktif yaşam biçimidir diyebiliriz. Temaşa edilerek yaşanan anların çözünürlüğü çok daha yüksektir. Bir de hayat tarzı haline getirdiğimizi düşünün, bir ömrü yüksek çözünürlükte yaşamak demektir. Bu da bizden çok daha “aşkın” olanı görme meselesidir.
- Şikâyet etmek, sorumluluğu kendimiz dışında her şeye/herkese atmak demektir. Mevcut şartlardan şikâyetçi olmak yerine kendi hikâyemizi yazmaya, kendi anlam dünyamızı inşa etmeye odaklanmak hareketi getirir.
5- Enerjiyi nereye koyarsak orayı büyütürüz. Dolayısıyla zaten kısıtlı olan enerjimizi en doğru yere kanalize etmeliyiz. Bunun için de “ehemi mühime tercih etmek” yani sağlıklı bir “öncelikler listesi” oluşturarak istek ve ihtiyaç ayrımını doğru yapmak.
6- Akışa teslim olmak ama akıntıya kapılmamak. Akışa teslim olmak, iç ve dış dünyanın seyrine huzurla eşlik etmek demek. Akıntıya kapılmak dediğimizde ise, selin önündeki kütükleri hayal edin. Birinde kontrol ve denge sizde, diğerinde kendi yönetiminiz dışarıdan üstünüze üstünüze gelenlerde.
Bu maddeler bağlamında dikkatimizi, duygularımızı, odağımızı, yorgunluklarımızı ve yoğunluklarımızı yönettiğimiz takdirde hayatımızı yönetiriz. Zevklerimizi ve meraklarımızı ehlîleştirdiğimiz takdirde de kendi kontrolümüz kendi elimizde olur.
Yazmanın sizdeki tarifi nedir? Bize bunu biraz anlatır mısınız?
Bu soruyu duyarken bile heyecanlanıyorum. Böyle diyeyim siz anlayın 🙂
Yazmak en başta “kendim” olmak. Ve insanın kendi’si olması kadar anlamlı ve kıymetlisi var mı bu dünya hayatında. Varsa şayet, kendinin katmanlarını keşfetmektir. Yazmak kendimin katmanlarında her an yeni bir ben’le karşılaşmak. Kendimi katmerleyerek benliğimi zenginleştirmek. Kendimin çeperini zorlayarak benliğimi genişletmek, yazmak.
Düşüncelerimi organize etmenin en harika yolu. Duygularımı en berrak haliyle ifade etmek. Anlam dünyamı inşa ederken hikaye etmek.
Okuduklarımı gördüklerime, dinlediklerimi hissettiklerime katarak yazmayı seviyorum. Kitaplara, dergilere, makalelere, sosyal medyaya hiçbirisi olmasa telefonun notlar kısmına ya da elime geçen küçük bir kağıt parçalarına. Holistik yaklaşımla metni katmerlemekten ulvi bir keyif alıyorum. Araya didaktik şirinlikler serpiştirmediğimde kalemimin de kelamımın da kabul olmayacağı duygusunu taşıyorum. Bu anlamda kalemimin “anlamlı bir derdi” var.
En çok hangi tür kitapları okuyorsunuz ve hangi yazarları takip ediyorsunuz?
İletişim, psikoloji, sosyoloji ve edebiyat disiplinlerinde yoğunlaşıyor okumalarım. İsim vermek çok zor, şu an birini diğerinden ayıramıyorum.
Yazmak başlı başına cesaret isteyen bir iştir. Yazmak isteyen ama nasıl yazmaya başlaması gerektiğini bilmeyenler için önerileriniz var mı?
Yazmaya başlamak. 🙂
Ülkemizdeki okuma oranları hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Gözlemleriniz doğrultusunda genç nesle bakış açınızı özetleyebilir misiniz?
Gençler gayet güzel okuyor, araştırıyor, merak ediyor, sorguluyor, analiz ediyor, konuşuyor. Öyle aklı başında, cesur, iradeli ve disiplinli gençlerle karşılaşıyorum ki, bayrağı hemen devretmeliyiz kanaati oluşturuyorlar. Bu, madalyonun bir yüzü.
Diğer yüzü ise, kültürel açılım olması için uzattığınız bir dergiyi henüz incelemeden “dergicilikte para var mı hocaaam” diyen gençlerden oluşuyor. Hayata dair hedeflerini sorduğunuzda, “biz hedefimizi yaşıyoruz zaten hocam, arkadaşım çalıyor (araç) ben parçalayıp satıyorum” diyen gençler. Mevcut şartlarından daha iyisine geçebilmesi için yol haritası çizdiğinizde “amaan öyle olsa ne olacak, bizde umursamazlık var hocam” diyen gençler.
Her iki yüzün de örneği çok. İlkinde, var olanı daha da güçlendirmek ve parlatmak gerekirken diğer örneklere derin sondaj vurmak gerekiyor. Bu gençlerin özündeki “can suyu”na ulaşmak için giriş yapılacak doğru noktayı tespit etmek, ona en uygun yöntem ve tekniği belirlemek ve istikrarlı bir gayretle sondaja devam etmek lazım. Bazısının suyu yüzeydedir hemen ulaşırsınız bazısının derindedir emek ve sebat ister. Ama illaki sonuç verir.
Yalnız her iki taraf için de ortak bir nokta var; hayatı anlamlandırmak. Anlamsız ve amaçsız bir hiç değilsin mesajını verirken ömrü en “aşkın” mana ile kıymetlendirmeleri için ilham olmak.
Nihayetinde gençlere bakışımızın, anne kaplumbağanın yumurtasına ettiği nazar gibi olması gerektiğine inanıyorum. “Yan bakış”, “dik bakış” ya da “üstten bakış” değil, olgunlaştıran bir bakışla nazar etmek. Gözlerine bakarken her birini yarının Fatih’i, Yunus’u, Sinan’ı, Harezmî’si olarak görmek. Misyon yüklemekten de öte, bu zaman diliminde bu topraklarda var edildi ise bunun özel bir amacı ve anlamı olduğunun farkına vardırmak; sadece kendine has o biricik misyonunu keşfetmesine yol açmak, yol olmak.
Değerli Ayşe Hanım, bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. En kısa zamanda yeni eserlerinizi de okuyabilmek dileğiyle…
Teveccühünüz için ben teşekkür ediyorum. Seçenekler tarafından adeta dövüldüğümüz bu çağda, bu röportajı okumayı seçen okurlara hem teşekkür ediyor hem onları tebrik ediyorum.
Bu süre zarfında bambaşka işlerle ilgileniyor olabilirlerdi. Rahattan rahatsız olarak, konfor alanlarından çıkmaya talip oldular. Konfor alanı, lüks ve zevkli yaşam alanı değildir; değişime, dönüşüme, gelişime engel olan her hal, düşünce, fikir vs konfor alanıdır. Bir işi canımız istediğinde yapmak kolaydır, asıl cesaret canımız istemediği halde öz disiplinle devam edebilmektir. Bu anlamda konfor alanından çıkmak en cesur tavırlardan biridir. Bu “cesaret” benim nezdimde tebrik edilmeye layıktır. Bu sebeple bu satırları okuyanları tebrik etmek istedim. Dilerim satırlarımız sadırlara ulaşır ve röportajdan maksat hâsıl olur.