Milli Eğitim Bakanlığının Müfredat Değişikliği Önerisi Ve Tepkiler…
Müfredat, “Öğretim Programı” anlamına gelen Arapça bir kelime. Okullarda ders içeriklerinin ne olacağını, derslerin ne kadar verileceğini, konu sınırlarını belirleyen çerçevedir. Hayatın akışı, toplumsal ve bilimsel gelişmeler çerçevesinde belirli sürelerle öğretim programları yenilenir, geliştirilir. Öğretim programlarının geliştirilmesinde, değiştirilmesinde “Laik, Demokratik Bilimsel Eğitim ve Evrensel Pedagoji” gibi temel iki referans vardır. Tüm sorun, değişikliklerin bu referansla yapılıp yapılmadığındadır.
Eğitim, Köy Enstitülerinin kuramcısı, uygulayıcısı İsmail Hakkı Tonguç’a göre; çocuğun yaratıcı kudretinin ortaya çıkarılması sürecidir. Pedagoji de eğitimi Tonguç’la benzer bir bakışla, çocuğun doğuştan getirdiği yetilerin ortaya çıkarıldığı, özgürleşme ve toplumsallaşma süreci olarak tanımlıyor. O halde tartışmaya açılan ve basında, medyada geniş bir şekilde yer alan müfredat değişikliği önerileri bu anlamda, çocukların “özgürleşme ve toplumsallaşma” süreçlerine katkısı penceresinden bakılarak irdelenmelidir.
Tartışmalarda, son 13 yılda PISA yarışmalarında hep ilk onda yer alan Finlandiya Eğitim Sisteminin referans alınarak bu değişikliklerin yapıldığı açıklamalarına tepki vardı. Bakanlığın, bu ülkenin topraklarında 1940’larda hayata geçen Köy Enstitüleri gerçeğini görmemezlikten gelerek, enstitü gerçekliğiyle 50 yıl sonra benzer süreçler üreten Finlandiya örneğini öne çıkarmasındaki kendi kazanımlarını görmemesi eleştirisiydi ve haklı bir eleştiriydi. Ceylan Adalı bu gerçeği köşe yazısında; “Geçmişimizde Dünya’da benzeri görülmemiş bir örnek oluşturarak Türkiye’nin 1940’lardaki kültür yaşamına damgasını vuran Köy Enstitüleri gibi olağanüstü bir başarı hikayemiz varken, TC Milli Eğitim Bakanlığı yetkilileri neden adeta talan edilmiş eğitim sistemimizi onarmanın çözümünü önce kendi geçmişinde ve tarihinde aramak yerine başka bir ülkenin eğitim modelinde arıyor? Hele geçmişimizdeki bu başarının her detayı onca gıpta ettiğimiz Fin Eğitim Modeliyle neredeyse birebir aynıyken ! Her ikisinin eğitim programı da insanı bilgiye kültüre boğan, öğrenmeyi merak, araştırma, eleştirme ve sorgulamayla gerçekleştiren, gerçek rehberin bilim olduğu eğitim anlayışını benimseyerek kurgulanıyor” (14 Ocak 2017-Cumhuriyet) şeklinde ifade ediyordu. Yoksa Fin Modeli(!) ifadesi, müfredat değişikliği altında ülkedeki anayasa değişiklikleriyle uyumlu ve eğitimi tümüyle dinselleştirme çabalarına yönelik bir senaryo mu? soruları kafalarda hep var. Bir başka yoğun eleştiri ise müfredat değişikliğinde Cumhuriyetimizin kurucularını yok sayma bakışıdır. Ülkenin kurucuları Mustafa Kemal’i, İsmet İnönü’yü müfredatta sınırlama çabaları ahlaki ve vicdani değildir. Murat Yetkin 16 Ocak 2017 tarihli, “Silersin kitaplardan, silemezsin gönlümden” yazısında “Kurucu lideri ile bu kadar didişen bir başka ülke var mıdır? Bilmiyorum.” diyerek müfredat taslağına yönelik eleştirilerini yapıyor.
Müfredatta “milli ve manevi değerler” adı altında “Yeni Osmanlıcılık” sempatisi üretilme çabalarının izleri açıkça görülmektedir. Çok açık ki 2002 yılından beri iktidarda olan AKP hükümetlerinin düşün dünyalarında Cumhuriyetle ve kurucularıyla ilgili sorunları olduğu gerçeği değişik vesilelerle meydanlarda, basında hep yer aldı ve tanık da olduk. Cumhuriyetin 100. yılını kutlamaya hazırlandığımız bir dönemde bu yaklaşım akılcı, rasyonel bir yaklaşım değildir, Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet emeğine de saygısızlıktır. Müfredattan bazı örnekler verelim. “Atatürkçülük” kavramı sosyal bilimler derslerinin müfredatından çıkarılarak, Atatürk’ün işlenişinin kapsamının daraltılması böyle bir yaklaşımın ürünüdür. İkinci Dünya Savaşı konu başlığında Türkiye’nin izlediği dış politika bölümünden ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye ait başlık kaldırılıyor. İsmet İnönü olmadan 1940’lı yıllar anlaşılabilir mi? 15 Temmuz Darbe Girişimi, felsefe dersi kapsamına alınıyor. Yakın tarihin ders programlarında yer alması anlamlı mı?
“Laik, demokratik, bilimsel eğitim” penceresinden müfredat değişikliğine bakanların en büyük eleştirilerinden biri de lise biyoloji müfredatından “Hayatın Başlangıcı ve Evrim” ünitesinin çıkarılmasıdır. Evrim teorisi olmadan biyoloji, jeoloji, tıp, genetik hatta fizik ve kimya nasıl anlaşılacak? Bu alanlardaki tüm bilimsel çalışmalar evrim penceresinden bakılarak yapılır. Biyolog Theodosius Dobzhansky: “Biyolojide hiçbir şeyi evrim ışığı olmadan anlayamayız” diyor. İstanbul Teknik Üniversitesi Ekoloji ve Evrim Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Nüzhet Dalfes, “Evrimi biyoloji derslerinde anlatmamak demek, fizik derslerinde yer çekimini anlatmamak demek gibi bir şey oluyor” diyerek müfredata yönelik tepkisini ifade ediyor (24 Ocak 2017-Evrensel). Dalfes Hoca biyolojide “neden” sorusunun yanıtının ancak evrim teorisiyle mümkün olabileceğini ifade ederek insanların metafizik dünyası ve inancının kendilerine ait olduğunu vurgulayarak, “Ama bilim yöntemiyle, doğayı anlamakla ilgili bir ders yapıyorsak orada inançlara yer yok” ifadelerini kullanıyor. Özetle evrim teorisi “insanlar değişir, toplumlar gelişir” bilimsel yaklaşımıdır. 15 Ocak 2017 tarihli yazısında Orhan Bursalı, “Düşünün: Liseyi bitirecek öğrenciler evrim ve hayatın oluşumu ile gelişimi konusunda sıfır bilgi sahibi olacaklar. Aptal aptal bize ve dünyaya bakacaklar: “Darwin mi, evrim mi, hayatın başlangıcı mı, onlar da ne Allah aşkına!” Bu liseliler üniversitelere girecekler, yabancı akranlarıyla karşılaşacaklar ve ayıptır söylemesi ama öküz trene bakar gibi kalacaklar… 30 yılı aşkındır dünya bilimini izleyen, bilim gazetecisi, yazarı ve yayıncısıyım. Bilim dünyasının mesleki dergilerinde, evrim olgusunu reddeden, yokluğunu tartışan tek bir makale göremezsiniz… Gülerler insana…” ifadeleriyle müfredat eleştirisi yapıyor ve bilimsel bilgiyi olguyu ret eden eğitim sisteminin IŞİD’çi bir kafa yapısında kuşaklar yetiştireceğini ifade ediyor.
Türkiye bir akıl tutulması yaşıyor ve hipnoz olmuş bir durumda. Okullarda müfredat değişikliği yapılıyor, laik, demokratik bilimsel eğitimden hızla bir kopuş yaşanıyor, Cumhuriyetin içi boşaltılıyor, ülke adeta orta çağa sürükleniyor, ülkenin eğitim fakültelerinden hiç tepki yok ve öneri de gelmiyor. Susan, içine kapanan, korku kültürüne teslim olmuş bir üniversite… Ülkenin anayasası değiştiriliyor hukuk fakültelerinden tık yok… Tepki de yok, öneri de yok… Üniversiteler bir ülkenin vicdanı olması gerekirken Türkiye üniversiteleri maalesef olamıyor artık… Ülke Cumhuriyetle birlikte tüm demokratik kazanımlarını acıyla kaybediyor.