Bütün İnsanları Hemşehrim Sayıyorum”
Sokrates; “ bütün insanları hemşehrim sayıyorum “ der. Montaigne de, Sokrates’ten esinlendiğini çaktırmasa da; daha iddialı bir ifade ile; bir Polonyalı’yı bir Fransız gibi kucaklıyorum, dünya ile akrabalığımı, kendi ulusumla akrabalığımız üzerinde tutuyorum. Doğduğum yerin pek o kadar da düşkünü değilim. Kendi kazandığımız temiz dostluklar nerde, iklim ve kan dolayısıyla bağlı olduğumuz dostluklar nerde? “ diyerek daha da ileri götürür bu görüşü.
Anadolu topraklarına adım attığımız yaklaşık bin yıl boyunca, jeopolitik yapısı nedeni ile teyakkuzda durduğumuz, sırtımızı dostumuza bile ihtiyatla dönebildiğimiz bu coğrafyada yaşayan bizler için, birer fantezi ve ütopik düşünceler olarak algılanması çok doğal yukarıdaki ifadelerin.
Ama; yurt dışı gezilerimde öylesi olaylar yaşadım, öyle insanlarla tanıştım ki; hep yukarıdaki cümleler geldi hatırıma. Elbette, münferit ve yarını olmayan olaylardır, biliyorum. Yine de, bir uzun gezimin, üstelik, sevgi ve dostluğa davet eden dini bayramımızın arefesinde, insana sevginin, saygının, birkaç samimi ikna ile nefretin, nasıl insan sıcaklığına dönüştüğünü anlatayım istedim.
2010 yılı Temmuz ayının sonlarında; Kafkas ülkelerine yaptığım gezide, Ermenistan’ı da dahil etmiştim. Gürcistan sınır kapısından başlayan sert ve ezici tavırlar, Erivan’da da devam etmiş, hemen her tanıştığım insan soğuk davranmaya başlamıştı Türk olduğumu öğrenince. Öyle ki; kaldığım hostelde, karşımdaki ranzada yatan Fransız asıllı Ermeni kız, çarşafını, aramıza perde gibi gererek, yüzümü görmek istemediğini çirkin bir şekilde hissettirmişti. Beş gün sonra, Ermenistan’ın güneyinde, Dağlık Karabağ ile sınır olan Sisian’da, Amerikalı bir öğretmenin evinde kalıyordum. İçinden Vorotan Nehrinin geçtiği, küçük, sessiz sakin bir kasaba idi Sisian. Ev sahibime, beni buradaki Ermeni arkadaşları ile tanıştırmasını söyleyince, heyecanlandı ve “ kavga edersiniz, sorun çıkar. “ diyerek kabul etmek istemese de, ısrarlarım sonucu, kız arkadaşını çağırdı o akşam. Belki yarım saatten fazla sürdü, asık yüzünü, tebessüme çevirmek. 1915 olaylarını, Taşnaksutyun’un, Ruslar’ın vaatleri ile yüz yıllardır “ milleti sadıka “ olarak nitelenen Ermenileri nasıl kışkırttığını, dönemin kaotik yapısından nemalanmak isteyen Almanya başta olmak üzere, Emperyalist devletlerin halkları birbirine nasıl kırdırdığını anlattım uzun uzun. Erivan’daki devasa Ermeni Ana ( Mayr Hayatsan )’nın kılıcının ve kahramanları Hayk’ın okunun Türkiye sınırlarına çevrilmesinin, ekonomik sıkıntılarla boğuşan Ermeniler’e bir şey kazandırmadığını, canı yanmayan Diaspora’nın kışkırtmaları olduğunu anlattım. Eğitim Bakanlığı müfettişi olan kızın bakışları değişti, “ aslında sen haklısın “ dedi.
Ayrılırken, üzerinde nazar boncuğu bulunan bir anahtarlık hediye ettim. Donup kaldı, gözleri yaşardı ve inanın, yanaklarından yaşlar süzülürken kızın bana şöyle dedi; “ ben, hiçbir arkadaşımı, bir Türk’ün, bana hediye verdiğine inandıramam. “
2011 Haziran ayında Litvanya’da idim. Klaipeda kentinde, yarı felçli birinin kibrit kutusu kadar evinde kalıyordum. Adamcağızın, koltuk değnekleri ile evin içinde adım atması bile dakikalar sürüyordu. Öyle ki; dışarı çıkamadığı için, evin ihtiyaçlarını, komşuları getirip, diziyorlardı buzdolabına. Evinde kaldığım dört gün boyunca, tüm ısrarlarıma, çabalarıma rağmen, dört döndü bana hizmet etmek için. Her sabah erkenden kalkıyor, Türk usulü çay demliyor ve nefis sandviçler hazırlıyordu bana. Ondan erken kalkmayı başarabildiğim sabahlarda, “ misafirimsin, kahvaltı hazırlanana kadar Klaipeda’yı dolaş, ülkemi tanı “ diyerek ocağın başından dışarı gönderiyordu. Hayır, hayır, hiçbir menfaati yoktu. Bir paylaşım organizasyonu olan Coachsurfing bünyesinde misafir olarak kabul etmişti beni.
Bir anım da; Estonya’dan olsun şimdilik; aynı yıl Temmuz ayında Estonya’nın başkenti Tallinn’de bir hanımın evinde misafirim. Kültürlü, olgun ve sürekli okuyan biri. Karşılaştığımız ilk gün, “ Tallinn’de ilk geziyi birlikte yapalım diyerek “, kentin eski sokaklarında epey yürüdükten sonra, evine döndü. Ben, sık sık boşalan yağmura rağmen, Tallinn’i dolaşıp, fotoğraf çekmeye devam ettim. Kentin semalarında kıpkızıl bulutlar belirip, güneş battıktan sonra, evin zilini çaldım. Kadıncağız, elinde bir pasta tepsisi ve “ happy birthday Metin “ diyerek açtı kapıyı. Şaşırdım önce, neredeyse, iki aydır yollarda ve ailemden uzaktaydım. Keşmekeş içerisinde, bugün doğum günüm olduğunu unutmuştum. Nereden öğrenmiş ise, bugün doğum günüm olduğunu unutmamış ve dünyanın bir ucunda, bir duygu seline sürüklemişti beni. Hiçbir menfaat karşılığı olmayan ev sahipliğini, kaldığım süre içerisinde, sıcacık dostluk ve güler yüzle yerine getirdi.
Dediğim gibi, münferit olaylardır bunlar, ama; bence; üç olayda da, insan diyaloğu, insan sıcaklığı ile sevgi ve barışın ikliminin bahar havası vardır.
Yine; Montaigne ile bitirelim; “ doğa bizi özgür ve bağımsız yaratmış, bizler kendimizi bir takım çemberler içine hapsediyoruz. “ Kısmet olursa, bir müddet için kırmaya karar verdim ben çemberimi. Atalarımızın bir zamanlar at koşturduğu coğrafyalarda olacak, sonradan çizilmiş olan sınırları aşacağım. Gündemim; yeni dostluklar, müşterek değerler ve ( tekrar, tekrar ) sevgi, saygı ve barışın dili olacak….
…