NÂZIM’IN MEZARINDAN ANILAR
Nâzım’ın ölüm yıldönümünde kavgasını sanatını aşklarını saygıyla anıyorum, ruhu şâd olsun.
NÂZIM’IN MEZARINDAN ANILAR
Aslında Moskova’yı dolaşamayacak kadar yorgunum. . Bir ayı aşkın süredir, sırt çantamı yüklenerek dolaştığım Baltık Ülkeleri ( Litvanya, Letonya, Estonya ) ve Belarus’tan sonra, enerjimin son kırıntılarını Moskova’ya ayırmamın başlıca nedeni; Nâzım Hikmet’in mezarını ziyaret edebilmek için.
Ne zamandır peşimi bırakmayan cehennem sıcağı günlerden biri bugün de. Metrodaki çılgın kalabalık, giderek azalıyor ve Novodevichy Mezarlığı yakınlarında iniyorum. Giriş kapısı ağaçlarla kaplı devasa bir alana açılıyor. Bir panoda burada yatan ünlülerin mezarlar yerleri yazılı. Defalarca, tümünü gözden geçirmeme rağmen, Nazım Hikmet’in ismini göremiyorum nedense.
Bu arada; ne kadar ünlü ismin burada yer aldığını fark ediyorum; Mikhail Bulgakov, (1881–1940), , Ilya Ehrenburg, (1891–1967), Nikita Khrushchev, (1894–1971), Sovyet devlet başkanı, Vladimir Mayakovsky, (1893–1930), Sergei Prokofiev, (1891–1953), kompozitör, Dmitri Shostakovich, (1906–1975), besteci, Boris Yeltsin ve yüzlerce yabancı gelmeyen isim.
Beyhude dolaşıyorum, bitip tükenmez mezarlıklar arasında. Neden sonra, mezar taşlarını silen yaşlı bir kadına soruyorum Nâzım’ın mezarını. Hemen anlıyor, heyecanla Rusça anlatmaya başlıyor. “ İleride meydan, Yeltsin mezarı, onun karşısında “ kelimelerini ve el kol hareketlerini anlıyorum.
Mezarlık tören alanının tam ortasında, Rusya bayrağı renklerinden oluşan, biraz absürd bir mezarın Yeltsin’e ait olduğunu anlıyorum, tam solunda, fotoğraflarından ezberlediğim, granit kaya üzerinde Mavi Gözlü Dev’in son mekânını fark ediyorum. Vasiyeti, kendi ülkesinde olmasa da, Rus yöneticiler tarafından yerine getirilmiş. Kocaman çınar ağacının altında Nâzım, hemen yanında Vera Tulyokova ile yatıyor.
Devasa granitin yanındaki üç beyaz vazo içinden çiçekler fışkırıyor. Kimisi yeni, kimisi yıpranmış, çürümüş. Vazolar, yağan yağmurlardan sıçrayan topraklarla kirlenmiş. Az ilerideki çeşmede, vazoları temizliyor, çürümüş, bozulmuş çiçekleri ayıklıyor, mezarlık girişindeki çiçekçiden aldığım iki kırmızı karanfille birlikte elimden geldiğince güzelleştirmeye gayret ediyorum mezarlık çevresini.
Gözlerim doluyor. Nâzım Hikmet, gençliğimin fırtınalı yıllarında, yaşadığım her çözülme ve kırılmada şiirleri ile bana umut ve yaşama sevinci verirdi. Sıkılmış bir yumruk gibi girerdim hayata her defasında.
Sevmenin tarifini de ondan öğrenmiştim; “ Sevdiğin müddetçe ve sevebildiğin kadar / Sevdiğine her şeyini verdiğin müddetçe / Ve verebildiğin kadar gençsin “ derdi.
Nâzım’ın mezarı yalnız olsaydı bu kadar duygulanır mıydım bilemiyorum. Ancak; hemen yanı başında yatan Vera ile yan yana görünce boğazım düğümleniyor. Vera Tulyakova, Nazım’ın son aşkı, son yıllarını birlikte geçirdiği sevgilisi, eşi. Öldükten sonra da küllerinin Nâzım’ın mezarına, kalp hizasına gömülmesini istemiş ve bu isteği yerine getirilmişti Vera’nın.
Öldüğü yıl; 1963 yılında yazdığı kısacık şiiri hatırlıyor ve gözlerim dolu dolu mırıldanıyorum;
Vera’ya; Gelsene dedi bana / Gülsene dedi bana / Geldim / Kaldım / Güldüm / Öldüm.
Bir Japon aile geçiyor yanımdan, halimi merak etmiş olmalılar, kimin mezarı olduğunu soruyorlar.
Nazım Hikmet diyorum. Adam sarsılıyor, heyecanlanıyor ve Nazim, Nazim diye haykırmaya başlıyor.
Nâzım, böylesine, dünyaya mal olmuş bir sanatçı.