‘İSTİKLAL MARŞI’ HİSSİYATI
Değerli okurlarım, 12 Mart 1921 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde büyük bir coşkuyla kabul edilen İstiklal Marşımızın 95. yıldönümünde o veciz mısraları yüreğinden damıtan istiklal/istikbal şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u andığımız şu günlerde milletçe vaziyetimiz ne durumda ve dahası Türk Milleti’nin fertleri olarak neler hissediyoruz? İstiklal Marşımızın işaret ettiği tam bağımsız bir ülkede mi yaşıyoruz?
Haftada en az iki gün öğrencilerin okullarda, önemli gün ve haftalarda devlet ricalinin program açılışlarında, hazirunun tüm maç önü seremonilerinde, dahası polisten kaçan eylemciden hırsıza varıncaya kadar neredeyse hemen herkesin her yerde seslendirdiği özgürlük marşımızı huşu ile okurken/dinlerken acaba hangi duygu ve düşüncelerde yoğunlaşıyoruz? Yoksa sıradanlaşan bir ritüeli mi icra ediyoruz?
Asıl metinde bu şiir “Kahraman Ordumuza” ithafıyla başlarken bir Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak doğrusu cehaletimi mazur görün, hala benim de anlamlandıramadığım hangi gerekçelerle o ibare kaldırılmıştır ya da buharlaşmış mıdır? Eğer bu ithaf ifadesinin kaldırılması, bizzat şairin kendisi tarafından yahut da verdiği bir izinle yapılmadıysa hadise, onun hatırasına saygısızlık değil de nedir?
Malum, şiir yazma, duyguları adlandırmada sözcük tercihi bakımından bir seçme/birleştirme işidir. Yahya KEMAL’in ifadesiyle ana sütümüz gibi temiz ve güzel Türkçemizde binlerce farklı kelime dururken hangi şartlar şairi “Korkma!” diye söze başlatmış ve bu ifadeyi bir kez daha tekrarlatmış olabilir? Sahiden milletçe o zaman hangi korkulası günleri yaşıyorduk? Şimdi, o günlerin çok uzağındayız diyebilir miyiz?
Zorlaştırıcı bir ön şart ileri sürülmesin denilerek anayasanın ilk üç maddesinin değiştirilmesinin de konuşulduğu bugünlerde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilmesi bakımından aynı zamanda bir yasa özelliği de taşıyan İstiklal Marşımızın, her detayı uhdesinde barındırmaya özen gösteren 1921, 1961 ve 1982 anayasalarının başlangıç bölümünde metin olarak yer almamasını inanın, yadırgıyorum.
Dikkat edilirse İstiklal Marşımızın bir çok yerinde “korkma, çatma, bir gül, uğratma, sakın, siper et, geçme, tanı, düşün, incitme, verme, etmesin, değmesin, dalgalan” gibi emir kipiyle çekimlenmiş fiiller ve uyarılar yer alıyor. Acaba diyorum, bu derin hassasiyet şairin ileride, belki bugün belki yarın, doğabilecek tehlikeleri öngörmüş olmasının ve bizi uyanık olmaya davet etme ihtiyacının bir sonucu olabilir mi?
Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti gibi iki bağımsız devletin ortak milli marşına imza atmak gibi dünyada az sayıda şaire nasip olan bir nazmın şairi Mehmet Akif ERSOY nasıl bir şahsiyete, iradeye, imana, din anlayışına, bağımsızlık şuuruna, gündelik yaşantıya sahipti acaba? Onun adını ve de şiirlerini dillerinden düşürmeyenlerle esasen ortak yönleri var mıydı ya da kesişim kümesi ne kadardı?
Üstad Mehmet Akif ERSOY’a göre batı medeniyeti nasıl algılanmalıdır; doğu toplumlarının hali pürmelalinin ana sebepleri nelerdir ve kronikleşen içler acısı bu tablo nasıl tersyüz edilebilir; içi boşaltılan “tevekkül” kavramı hangi zaaflarımızı örtbas etmek için kullanılmaktadır; milletçe zirvelerde gezinirken niye şimdi birilerinin iştahını kabartır noktaya savrulduk gibi esaslı sorulara cevaplar bulmak zorundayız.
Bir vasiyetname olarak da ele alınması gereken bu marşın ruh dünyamızdaki karşılığı, bize dikte ettiği günlük, aylık, yıllık ve ömürlük sorumluluklarımız nelerdir? Ne oranda onları ifa edebiliyoruz? Mesela “Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın. / Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.” diye haykırıyor şair. Ara sıra, kim bu yurdumuza uğratılmaması gereken alçaklar diye sorduğumuz oluyor mu?
Yine, hepimiz şöyle bir düşünmeli değil miyiz artık; ezelden beri hür yaşamış büyük Türk milletinin bireyleri olarak ebede değin hür yaşama kararlılığımız hala devam ediyor mu, yoksa slogan düzeyinde mi kalıyor? Bağımsızlığın somut görünümlerinden ekonomi, teknoloji üretimi, kişi başına düşen gelir, askeri caydırıcılık ve vatandaşlarımızın eğitim seviyesi medeniyet denilen tek dişi kalmış canavara kıyasla nasıl?
Bastığımız yerleri “toprak” diyerek geçiyor muyuz, yoksa yakinen tanıyor muyuz? Halimize bakıp da kaşlarını çatan hilalimize, lütfen endişe etme bu coğrafyada son ocak tüttüğü müddetçe sen de gök kubbede nazlı nazlı dalgalanmaya devam edeceksin, sözünü sözde değil de özde söyleyebiliyor muyuz? Samimice yanıtlayalım, o günden bugüne mabetlerimizin göğsüne hiç na-mahrem eli değdi mi acaba?
Hasılı şark cephesinde değişen pek fazla bir şey yok dostlar! Türk-İslam coğrafyası, Arap ülkeleri, Balkanlar, Kafkaslar, Afrika yani tüm ezilenlerin adı yüz yıl öncesine göre değişmiş değil. Irak, Libya, Mısır, Suriye, Filistin, Doğu Türkistan, Karabağ, Kırım ve Balkan Türklerinin adı hala savaşla, acıyla, kanla, ölümle, zulümle ve katliamlarla anılıyorsa durup düşünmenin vakti değil midir!
Eğer çözüm istiyorsak o, üç asırlık uykudan uyanmaktan, tembellikten silkinerek titreyip kendimize gelmekten ve adil bir dünyanın inşasına birlikte adım atmaktan geçiyor. Bunun için işe kendi evimizden, mahallemizden, ilçemizden, ilimizden, vatanımızdan başlamalıyız. Bilmeliyiz ki bize sıkışıp kaldığımız şu son toprak parçasından başka bir vatan yok. Allah, bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın! AMİN!..