İKİ MÂBED
SIRBİSTAN/ BELGRAD / SMEREDEVO ( SEMENDRE ) Suya eğilmiş ağaç dallarının arasından masmavi, dingin, vakarlı akıyor Tuna Nehri. Belgrad yakınlarında, Tuna’nın içinden geçtiği sevimli bir köyde arkadaşımın misafiriyim günlerdir.
Amansız sıcaklardan fırsat buldukça Belgrad ve civarını geziyoruz ve hâmâsete kaçmayan tarih bilgisi ile bir Sırp kadının dilinden, Osmanlı/Sırp savaşlarının günümüzdeki izdüşümlerini yakalamaya çalışıyorum.
Bir gün, Belgrad’ın 40 km. doğusundaki Semendre ( Smeredovo ) kentine geliyor ve çok kanlı çarpışmaların yaşandığı, Sırplar ve Osmanlıların kıyasıya birbirlerini doğradığı Semendre Kalesi’ni geziyoruz. Kale, Fatih’in ( öz veya üvey annesi, 2. Murad’ın eşi ) İmparatorluğu kararları ile çok etkilemiş olan Mara Hatun’un ( Mara Despina Brankoviç ) babası Sırp despotu Durad Brankoviç tarafından 1430 yılında yaptırılmış.
yüzyıl sonunda da, çok kanlı çarpışmalar neticesi Osmanlı hâkimiyetine girerek güçlendirilmiş. Şu anda Unesco Dünya Kültür Mirası Listesi’nde.
Surların üzerinde, tarafların ölümüne birbirlerine girdiklerini ve bedenlerini parçaladıklarını düşünüyor ve ürperiyorum.
Boydan boya dolaşıyoruz kale surlarını kan ter içinde. Sonunda arkadaşım koluma girerek, “ artık bir soğuk birayı hak ettik “ diyor, Tuna Nehri’nin yanı başındaki Jugovo restoranın terasına götürüyor. Yüzme havuzunun berrak sularında yüzen kadınların çocukların sevinçlerini izliyoruz bir süre.
Sırplar’ın üç yüz yıllık birası Jelen’le ferahlıyor, Türk biralarının idrar benzeri tadını anımsıyorum. Oysa, yeryüzünde yüzyıllar önce marka tescilini yaptırmış ne çok bira imalâtçısı var.
Sonra, aşağılarda, yemyeşil ağaçların arasında ağır sessiz akan Tuna’ya takılmış tedirgin gözlerimi arkadaşıma çevirerek hep merak ettiğim soruyu soruyorum; “ Günlerdir atalarımızın birbirini doğradığı mekânları dolaşıyoruz, beraberken hiç beyninde, ruhunda şöven rüzgârlar esiyor mu? “
Boşnak, Hırvat, Sırplar ve Makedonların mensup olduğu Güvey Slav ırkının güzelliğini ve ruh halini yansıtan şûh bir kahkaha ile cevaplıyor; “ Hiç umurumda değil, beş yüz öncesinin kinini yaşatamam. Ben, yarınlarımı emperyal güçlerden kurtarmanın derdindeyim. Ama; bir tarihsel olgu var ki; tüm Sırpların belleğine genetik olarak kodlanmıştır, her şeyi unuturlar ama Aziz Sava üzerinden Sırpların inancının aşağılanmasını unutamazlar. “
Ve kısaca anlatıyor; Aziz Sava, Sırbistan’ın Nemanjic Hanedanı’nın kurucusu Stefan Nemanjia’nın oğlu olan bir prens iken, Hanedanı terk ederek din adamı olmayı seçiyor ve Sırp Ortodoks Kilisesini kuruyor. Zamanla, gösterdiği mucizeler ve barış çabaları ile tüm Balkan halkları ve Türkler tarafından da seviliyor ve ölümünden sonra konulduğu Mileşeva Manastırı ziyâretgâh haline geliyor.
1594 yılında Banat’ta ayaklanan Sırpları cezalandırıp gözdağı vermek için Sadrazam Sinan Paşa, Aziz Sava’nın kemiklerinin muhafaza edildiği sandukayı, Belgrad’ın en yüksek tepesine getirerek, zoraki getirttiği Sırpların önünde büyük bir ateş içinde yaktırıyor.
Bu travmanın, aradan geçen yüzyıllara rağmen Sırplar tarafından unutulmadığını ve her hatırlanışında gözyaşlarına neden olduğunu söyleyerek konuşmasını bitiren arkadaşımın gözlerinin buğulandığını, Slav mirası cildinin solduğunu hissediyorum.
Sonraki günlerde, Aziz Sava’nın yakıldığı ve tüm Belgrad’a hâkim Svetosavski Platosuna geliyorum. Ortodoks dünyasının en büyük mâbedlerinden olan Aziz Sava Katedrali yükseliyor karşımda.
Aziz’in kemiklerinin yakılmasının 300. Yılında, 1894 de başlayan inşaat halen devam ediyor. İçeride dolaşırken, üzerleri toz tutmuş iş makinelerini, iskeleleri görünce bir gence neden inşaatın 125 yıldır bitirilemediğini soruyorum; tebessüm ederek, “ Sırp halkının acısını canlı ve gündemde tutmak için “ cevabını veriyor.
Ayasofya’yı hatırlıyorum, her fotoğraf çekişimde karşıma yıllardır toz içinde kalmış iskeleler ve inşaat platformları çıkar, bunları kadraja sokmamak için gayret sarf ederim.
Neyse, Kafîrun Suresi 6. Âyet ile bitireyim; “ Senin dinin sana, benim dinim banadır. “